8.7.11

Tohum Seferberliği

Sükûnet her ne kadar ulvî bir anlam taşısa da, kelâm ile tohumlanan toprak can getirir hayata.

Tohum demişken;
Sessiz sedasız yağmura çalınan toprağın gebeliği misal,
Sözsüz gecede rahim olan toprağın özünden taşan tohumlardır bizlere can veren yine.

Tohum yoksa hayat yok.

Nasıl düşmeksizin toprağa, tohum ekin sayılmaz ise,
         tohumu toprağa atmayan insan da can bulamaz şu yaşamda.




Lâkin...
Gün o ki, toprak ananın bekâretine göz diken onca 'can'sız görüyorum bu âlemde;
ve gün geçmiyor ki acımasın 'can'ım, toprağın onca helalsiz bedenlerce 'sürül'düğüne tanık olduğunda.

Tohumlarımız bir kaç tomar kağıt parçasına tercih edilemeyecek kadar değerli a dostlar; günlerimiz de bi' o kadar az.

'İnsanlık' adına denilen, ancak hesap kitaplarla yol alındığı âşikar olan bir politikayla atılan adımlar âkıbetimizi hazırlarken, bizler sükûnet ile sesimizi daha çok yükseltmeliyiz:

*Yerel tüketmeli, yerel üretmeli;
*Çevremizdekileri, özellikle de çocuklarımızı bilinçlendirmeli;
*Olabildiğince organik ürüne yönelmeli, sürdürülebilir yaşamı desteklemeli;
*Bizleri 'yöneten'lere ulaşmalı, seslerimizi duyurmalıyız.

Unutmayalım ki bu, tamamen bir arz-talep üzerine kurulu;
ve biz hayır demedikçe yaşamlarımızı 'yönetmeye' devam edecekler.

Şu an ne varsa elimizde, yarın olmaması çok mümkün; ve bu durumda suçlanması gereken sadece bizleriz.

Değişimi başlatmadığımız sürece, sadece tüketerek çevremizi tüketecek, ve elbette eninde sonunda kendimizi tüketmiş olacağız.



.




3.7.11

Toprak'ta “Umut”



“Oooh!”
Sanırım Buluşma'nın mottosu bu oldu; hemen yanı başımızdaki yıkık dökük ama bize aşkı hatırlatırcasına ayakta duran barakanın çatısından bize her akşam seslenen puhu kuşunun sesi...

Dile kolay, 120 kişi.
4 gün 4 gece, doğaya kendilerini teslim etmeyi gâye edinmiş, gözlerini ve gönüllerini birbirlerinden ayıramayan 120 kişiydik Bayramiç'te.
Kalplerimiz aşk'ta, dillerimiz umut'ta...
Ellerimiz her dem ellerimizdeydi birbirimizin.

Beklentileri bi kenara yığıp, umutlarımızı toprağa ektik; kâh gece ile meylendik, kâh gün ile eğlendik.

Topraklarımızda gerçekleşen ilk permakültür buluşmasında 120 can bir araya geldik; kimimiz ne olduğunu bilmediği bu aşkı öğrendi, kimimiz öğretti, kimimiz sevincini paylaşırken kimimiz de şöyle ayaklarını uzatarak demlendi.

Permakültüre bulanmış bir ekip ile karşıladık gelenleri; ân geldi yorgun düştük, ân geldi birbirimizi kucakladık, kaldırdık yoldaşlarımızı ayağa sevgi ve huzur ile. Kolay değildi, amma ve lâkin kalplerimiz bir atıyordu ve o toprağa adımını atan her can ile heyecanımız daha da artıyordu. Gün geldi çembere “ol” dendi, o vakitle ola geldi bir bedende 120 can.

Elden ele geçen kuş tüyleri bizlere Atalarımızı anımsattı. Yeri geldi Onlardan güç aldık, kabile yaşamımızı yeniden canlandırdık. Ah ya hû ne de özlemişiz!

Tek çatıda, tek avluda, tek canda BİRleşen Aşk'a hüküm sürmek olmazdı elbet; muhabbetlerle çoşkuya katıldık, karanlığa sürgün verdiğimiz ruhlarımızı gecenin od'u ile aydınlattık. Şarkılar, türküler yârenimiz oldu, biz kendimizden geçerken Shiva Shakti huzurunda Allah ile buluştuk.

Gözlerimiz toprak ile can buldu, kavuşturduk tenlerimizi Orman'ın Tin'i ile; ahh ki ah!

Bir çanaktan aş ile doyurmak karnımızı ne hoş imiş oysa ki! Ne de hoş imiş aynı çatının altında başlarımızı yastıklarımıza komak!

Tüm buluşma boyunca şükürler ettik bir ân'ı ertelemeksizin.

Çocuklarımız, bizlere nereye gittiğimizi anımsatırken, biz de onlara nasıl ebeveynler olabileceğimizi konuştuk. Ân oldu ağaç üstünde bulduk çocuklarımızı, ân oldu yanı başımızda bizlere tebessüm ederlerken bulduk: ONLAR BİZİM DEĞİLDİ, AMA 'BİZ'di. Çocuklarımız bize çocuk olduğumuzu hatırlattı, biz de onlara yaraşır ebeveynler olacağımızın sözlerini verdik.

Bir arada, kollektif yaşamın incilerini ürettik o şehir kabuklarının arasında. Birlikte yaşamın ahengiyle akıştaydık artık.

El ele kavuştu, söz sözle buluştu ve ortaya 'Umut' çıkıverdi.

Ne desem ki; öz'ümdeki kuş cıvıltılarını dile dökmek zor, lâkin söz de bâki:
Tabir-i caiz ise 2'den 72'ye, ruhları canlı, yüzleri farklı 120 kişiyle toprağı ve toprağın sürdürülebilir hayatlarımızdaki yerini konuştuk, tartıştık; takaslar yaptık, öğrendik, öğrettik; bulaşıklarımızı hep beraber yıkadık, yeri geldi yemeklerimizi beraber pişirdik, birlikte piştik; dergâh olduk, kul olduk, şükrettik; kuş olduk, salyangoz olduk, baykuş olduk, toprağa can olduk...

Günlerimiz bir hışım ile geçerken tüm yaşamları orada taçlandırdık; ayrılma vakti geldiğinde herkes orada kalmak istiyordu, hep böyle yaşasak, diyordu.

Birbirinden farklı varlıklar bir arada tam bir “örüntü” halinde, geleceğin yansıması misal bir görüntü oluşturuyordu: sanki hep birlikteydik, sanki birbirimizi hep tanıyorduk ve yollarımız hep bir olacaktı.

4 gün çabuk geçti, yetmedi; lâkin pek çok karar aldık:

-Kent permakültürü için şehirlerde, özellikle İstanbul'da girişimler başlatıldı; -Türkiye'nin dört bir yanından takas teklifleriyle para olmaksızın paylaşımlar yapıldı, ve bunun devam etmesi kararı çıktı;
-Çocuklarla permakültür ve doğa çalışmaları ivme kazandı, okullarda permakültür bahçeleri için girişimler başladı, hatta çocuklarla permakültür üzerine bir kitap da ingilizceden çevrilecek;
-Permakültür'ün daha çok insana ulaşması için girişim ekipleri oluştu;
ve önümüzdeki buluşmalar için listeler oluşturuldu.

Bu buluşmada altı çizilen ve hoşuma giden başka bir şey de şu oldu;
Permakültür, Dünya'yı kurtarmak için değil, aslında kendimizi kurtarmak içindi. “Dünya'yı Kurtarmak”, kibir dolu ve egoist bir yaklaşımla ele alınan bir kavram gibi geliyor artık. Kurtarılacak tek şey toplum; ve permakültürist yaklaşım, bu 'medenî' toplumsal yapılaşma için sorunları çözüme ulaştıran bir yol sunuyor bizlere.

Yol demişken, hayatın bir yol olduğu gerçek, ve permakültür de bu yol içerisinden öz'e giden bambaşka bir yol ile bizleri kucaklıyor;

Yolumuz açık olsun.

“Her şeyi arkada bırakabilmenin hafifliği seni yollara zerk eder; sonra bir bakmışsın, Yol'un kendisi olmuşsun...”